Bana, “Asla kimsenin gerçekten ait olmadığı bir dünyaya kendimi kabul ettirmeye çalışırken buldum. Yıllarca uğraşmışım… Nafile! O samimiyetsiz, çıkar dolu ortamlara girmiyorum artık. İstanbul’dan ayrıldım” dedi.
Uzun süredir görmediğim tanıdığa nereye yerleştiğini sordum ve aldığım yanıta şaşırdım.
“Kilyos!”
Bari Şile’ye filan yerleşseydi, dedim içimden, hiç olmazsa diğer yakada.
Lesley Giles’in Hut Solent tablosu
Herkesin ünlü olma ve yanlış da olsa bilgi verme hastalığına tutulduğu günümüzün insanları yaralı… Şöhretin tahrip ettiği ruhlar çırpınıyor, bir türlü huzur bulamıyor. Şöhret bir hastalıktır ve artık bugün bir salgın halini almıştır.
Ağır bir yemektir şöhret; hazmı zordur. Masada iştahla bekleyen çoklarını da açlıkla imtihan etmiştir.
Taşıması zor bir kaftandır şöhret; giyeni genişlettiği kadar sıkar da, kabarttığı kadar ezer de, göklere çıkardığı kadar yerin dibine indirir de.
Ne hayatlar söner o kaftana ulaşabilmek için… Ne hevesli insan sahip olmadığı kostümleri giymeye, alkışa, onaylanmaya, sahte kalabalığa, kalabalık yalnızlığa… Şöhret yalnızlıktır. Bu yüzden şaşırmayın kendi varlığını ortadan kaldıran ruhu tahrip olmuş ünlülere.
Mesleğim beni her türlü şöhret sahibiyle bir araya getirdi. Hepsini gördüm hepsini… Nasıl zordur insanın kendinden bambaşka biri olması, olmaya çalışması, olduğunu sanması, sürekli oynaması…
Sonra dikey şehirler bir hançer gibi kalplerimize saplanmışken, yeni agoralar sosyal medya belirdi. Yıllardır tanıdığım insanların büyük kısmı epeydir ‘ulusa sesleniş basamakları’nda… Kendimi de tenzih etmiyorum. Hiçbir tespitimden muaf değilim.
Artık insanlara iyi bir doktor olmak yetmiyor ünlü doktor olması gerekiyor. İyi bir avukat olmak yetmiyor, ünlü bir avukat olması gerekiyor. İyi bir akademisyen olması yetmiyor ünlü bir akademisyen olması gerekiyor. Şöhret olma salgını şifacıları da hasta ediyor. Sponsorlu ünlüler, içerikler…
Tüketim alışkanlıklarında ‘trading up’ kavramı vardır. Tüketici elindekinin daha pahalısına meyleder, ekonomik statüsüne uygun olana değil, bir üstündekine yönelir. Her alanda statü ve sınıf atlama arzusu da normaldir. Anormal olan aynı eğilimi insanlarla kurduğumuz ilişkilerde de sergilememiz.
Ait olmadığımız dünyaların asla bizi sevmeyecek, beğenmeyecek, takdir etmeyecek, bize değer vermeyecek insanlarının peşinde koşuyoruz. Tıpkı bize kötü davrananlara âşık olduğumuz gibi… Sonra şehre küsüp Kilyos’a yerleşiyoruz. Ya da Bodrum’a, Alaçatı’ya… Şehrin suçu ne? İstanbul alınıyor ama!
Benim çevreme, bana verdiğinden daha çok değer veren insanlar var etrafımda. Onların gözünde beni değerli kılan mesleğim, tanıdıklarım, bulunduğum yerler… Kendi değerimi bunların hiçbirinde aramıyorum ve bulmuyorum da, çok şükür.
Birkaç ay önce bir galerinin açılışında ünlümsü bir kadınla karşılaştım, görevini isteksizce yerine getiren bir memur gibi uzaktan el salladı bana. Aynı kadın birkaç dakika sonra yanındaki ‘önemli kişi’ bana çok ilgi gösterince “Demetciğim” diyerek yanaklarımı öptü. Üzüldüm ama onun adına.
“Haydi haydi fotoğraf çekip story atalım” diyen popüler gruba sızmaya çalışan ünsüz zatları da aynı açılışta gördüm. Ünsüzleri dışlayan ünlü zatları da… Fotoğrafa sızmış ünsüzleri etiketlemeyen fenomenleri de… Birilerine Kilyos yolu mu görünüyor ne?
Pahalı otomobiller; göze sokulan çantalar, pabuçlar, saatler, kalemler, pırlantalar, evlilik cüzdanları, ibadetler, meditasyonlar, inzivalar… Statünün ilanındaki telaşlar… Klavyenin tuşlarıyla çıkılan ‘ulusa sesleniş basamakları’nda düşülen yalnızlıklar…
Günün sonunda elimizde kalan ise yalnız, ait olmadığı dünyaya kendini kabul ettirmek için çırpınan, şöhret budalası, orasını burasını yaptırmış yaralı ruhlar…
Havalı olduğu düşünülen insanlarla arkadaşlık etmek için kendini paralamak yerine, arada acı da söyleyen bir-iki gerçek dostu olmalı insanın. Kendi dengi… Denklikten kasıt ruhuna iyi gelen… Çok değil bir iki tane… Kilyos yollarına düşme gereği duymadan önce…
Yorum Bırakın