Yadigâr bir bahçede geçiyor ömrümüz, hiç birbirimize değemeden. Sen bir köşede oynuyorsun ben başka birinde… Küçük hesaplar yapmışız büyük hesabı kaçırmışız. Doğru adına işlenmiş günahlarımız… Sevap adına bütün yanlışlarımız…
Kim öğretti bize ille de yürümemizi? Ne zaman durmalı ne zaman yürümeliydi? Kim öğretti? Kim?
Bilmiyormuşuz; yanlış zamanlarda yanlış yolları yürümüşüz. Ki bütün o yanlışlıklarımız değil mi bizi aynı patikaya eriştiren?
Diyeceğim ki yanlış vakitlerde oturdum Güneş’in altında; yandım. Diyeceksin ki ağaçtan düştüm, bundandır kollarımdaki, bacaklarımdaki çizikler. Pamuk tarlamı göstermek isteyeceğim sana, yaralarından korkma diye. Şemsiyeni uzatacaksın bana, hem ıslanmayayım hem yanmayayım diye.
Kimse kimseye elma vermeyecek. Hiç kimse kovulmayacak cennetten. Ama var mısın bir dünya oyunu oynamaya?
Gönüllü müsün oyun arkadaşlığına?
Hep ‘SEN’in en kötüsünü anlatacaksın bana ama biliyorum bana ‘SEN’in en iyisini vereceksin. Ya da ben öyle olmasını arzu edeceğim içten içe.
‘BEN’i yerden yere vuracağım ama en iyisinden daha azını hak etmediğini bileceğim. Fakat verebilecek miyim en iyisini asla bilemeyeceğim. İnsan kendi meleklerinden ve kendi şeytanlarından nasıl emin olabilir ki? Sınırlarımızı ne zaman bilebildik ki?
Küçük bir zindan var, bütün korkularımla kendimi tuttuğum. Salıverilmekten korktuğum… Çünkü zindanı biliyorum. Zindan iyi. Zindan güvenli. Ben yargıladım, ben mahkûm ettim ‘BEN’i. Ben inşa ettim zindanımı, ben koydum içine ‘BEN’i. Ben kendi zindanımın hem mahkûmu hem de muhafızıyım.
Artık serbest. Artık serbest.
Belki gökyüzünde süzülecek bir kuş gibi değil ama sudan korkmayacak bir balık gibi, ağaçtan ürkmeyecek bir sincap gibi, havadan ürpermeyecek bir ceylan gibi özgür…
Yorum Bırakın